Mustafa KOÇ Yazarın Tüm Yazıları
ÖZGEÇMİŞ Antalya Manavgat Ahmetler doğumluyum. İlkokulu orada okudum. Aksu İlköğretmen Okulunu bitirdikten sonra 4 yıl ilkokul öğretmenliği ve okul yöneticiliği yaptım. Daha sonra girdiğim sınavları kazanarak Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Eğitim (Pedagoji) bö...
ÇATALTAŞ
Ahmetler’de ilgi çekici birçok ye var. Adları da ilginç: Oğlan Öldüğü, Davar Kırıldığı, Hebilbey Köyü, Erenler Boğazı, Çataltaş… Belli ki bütün bu yerlerin adlarında bir olay, birer hikâye gizli. Bu hikâyeler yaşanmış mı, yaşanmamış mı bilmiyoruz ama dilden dile anlatılıp günümüze kadar gelmiş. Buraların hikâyelerini ortaya çıkarıp yeni kuşakların bilgisine sunmalıyız. Bu yazıda bunlardan birini anlatacağız.
Ahmetler’de Güneş’in doğduğu tepelere baktığımızda en ötede Çataltaş’ı görürüz. Köyün biraz uzağına düşse de Çataltaş, hiç kuşku yok ki Ahmetler’in en ilgi çekici ve en anlamlı yerlerinden biridir. Çünkü köyün ışığı oradan doğmakta, ekmeği oradan gelmektedir.
Ahmetler'in doğusunda kalan Kapuz ırmağında en son Delibaşlar tarafından işletilen bir su değirmeni vardır. Yüzlerce yıl insanlar ekmeklerini bu değirmen yardımıyla yaptılar. Çünkü buğdayı öğütüp ekmek yapmak için daha yakınlarda başka bir seçenek de yoktur.
Bu değirmende pişen çok özel bir çöreğin ünü hala anlatılır. Ocaktaki odun ateşinden geriye kalan pelit (meşe) kömürleriyle onu sarmalayan kızgın külün içinde pişirilen "değirmen çöreğinin" tadı bir başkaymış.
İlk zamanlar, hele kış aylarında; dağları, taşları aşarak un öğütmeye gitmeyi herkes göze alamazmış. İşte bakın sonra neler olmuş? Çataltaş’la ilgili kuşaktan kuşağa aktarılan söylenceyi unutulmaktan kurtarıyoruz.
***
ÇATALTAŞ EFSANESİ
(TOPTAŞ NASIL ÇATALTAŞ OLDU?)
Mustafa KOÇ
Söylenceye göre bugün Çataltaş denilen yer, yüz yıllar önce nazara (göze) gelerek ortasından çatlayıp ikiye ayrılan çok büyük bir kayadır. Söylencede bu büyük kayanın bir zamanlar değirmene gidilecek yola geçit vermediği anlatılmaktadır. İlk zamanlar bu kaya Toptaş diye bilinirmiş.
Köye çok yakın olmasa da köyün doğusunda kalan derin dik kayalıkların dibinde akan ırmakta bir un değirmeni vardır. Komşu birkaç köyün buğdaylarını da öğüten bu un değirmeninden başka, yakınlarda bir değirmen yoktur.
Köyün çok uzağında kalsa da işte bu un değirmenine gidip gelmek için doğru dürüst bir yol da bulunmuyor. Bu ürkütücü vadideki ırmağa ulaşmak için köylüler köyün doğusundaki tepeyi aşmak zorudalarmış. Gel gör ki değirmen yolundaki tepeyi aşıp Bayıryüzdeki ormanlık vadiye geçilebilecek en uygun yerde, yolu engelleyen bir iri kaya nedeniyle köylüler büyük zorluklar çekerlermiş. Bu kayadan kurtulmak için her yol denenmiş ama o günkü koşullarda kayayı yerinden oynatmak mümkün olmamış.
Köyün ulu kişilerinden biri olan Müderris Ali Efendi, bir gün ilk kez değirmene giderken yolda yağmura yakalanmış. Büyük bir kayanın önüne gelince buğday yüklü eşeğiyle yolda kalmış. Bir yandan dev gibi yükselen kaya, diğer yandan hızlanan yağmurla çamurlaşan toprak zemin, onun cesaretini kırsa da geriye dönmek istememiş.
“Buradan nasıl geçeyim!” diye kara kara düşünmeye başlamış. Tam umudu tükenmişken birden kayanın önüne aksakallı bir adam çıkagelmiş:
"Burada ne yapmak istiyorsun sen? Bu yağmurda yola çıkılır mı?" diye gürlemiş. Bu beklenmedik sese şaşıran Ali Efendi;
"Sen de kimsin? Seni tanıyamadım; nerden gelip nereye gidiyorsun?"
"Nereden geldiğimi söyleyemem, ama senin için kötülük düşünecek biri değilim."
"Sen iyi ve soylu birine benzersin, yüzünde temiz bir bilge ifadesi var. Bizim köyün değirmen yolunu bu kaya engelliyor. Her defasında buradan geçmekte zorlanıyoruz. Buna bir çare düşünüyorum, o yüzden söylenip duruyordum.”
“Kayalar, yerinde durdukça rahat edemezsiniz.”
“Ne yapabiliriz? Kayalar bizden güçlü… Topumuz tüfeğimiz yok ki onları ortadan kaldırabilelim. Bu kayadan kurtulmanın bir yolu var mı sence?”
"Bu kayadan kurtulmaya çalışmayın; bir gün elbette bu kaya size yol verecek ve bu kayadan geçebilenler huzura kavuşacak, sağlık ve ömür bulacak, dilekleri kabul olacak."
"Nasıl olacak bu?" diye merakla sormuş Ali Efendi.
"Her şeyin bir zamanı vardır" demiş ulu bilge... "Bu köyde nazarı keskin, gök gözlü bir çoban olacak. Onun nazarı size yardım edecek." demiş.
Hayretle bilgeyi dinleyen Ali Efendi;
"Ne yapmamız gerekiyor, bunun için?" demiş.
"O çobanı bulursanız, üç gece bu kayaya gelecek ve;
“Ey ulu Tanrım, şu kayanın büyüklüğüne bak! Ne büyük kaya bu böyle?” diye üçer kere söyleyip asla arkalarına bakmadan geriye dönecek. Eğer çoban kayaya seslendikten sonra köye dönerken ardına bakarsa nazar bozulacak."
"?..."
"İşte ondan sonra ne olacağını göreceksiniz." dedikten sonra birden ortadan kaybolmuş.
Köylü;
"Dur, gitme!" dediyse de bir daha görememiş aksakallı bilgeyi. Bunun üzerine eşeğini geriye çevirip heyecanla köye dönmüş. Durumu köylülere anlatmış. Köydeki bütün gök gözlü çobanlara haber salmışlar. Çobanlar sırayla gelmişler ve üçer gece kayanın olduğu yere gelip;
“Ey ulu Tanrım, şu kayanın büyüklüğüne bak! Ne büyük kaya bu böyle?” diye üçer kere söyleyip köye geri dönmüşler. Fakat bütün çobanlar acaba ne oldu, değişen bir şey var mı diye meraklanmışlar ve arkalarına dönüp kayaya bakmışlar. Oysa kayada bir değişiklik olmamış.
Köylü umutsuzluğa kapılmış. Ulu bilgeyle karşılaşan Ali Efendi de şaşmış bu işe. Bunun nedenini kimseye söylememiş ama kayaya giden çobanların hepsinin köye dönerken arkalarına baktığını düşünmüş.
En sonunda az sayıda koyunu olan ve bu küçük sürüyü en uzak yerlerde otlatmaya çalışan yoksul bir kadın kalmış. Önce kimsenin aklına gelmeyen ve gökyüzü gibi mavi gözleri nedeniyle herkesin ona Gökkız dediği yoksul çobanı da sonunda hatırlamışlar. Kocası askerden dönmeyen ve üç çocuğuna bakmak için sürüyü tek başına otlatmak zorunda kalan Gökkız’ın üç tane kızı varmış ama kızlarını o güne kadar kimse görmemiş. Çünkü köyde; kızlardan bir kör, biri topal, biri de çolak diye biliniyormuş. Kadın, kızlarım özürlü diye onları kimseyle görüştürmüyormuş. Bu yüzden kendisi de pek ortalarda görünmezmiş. Çaresizlik içinde köyün en fakir çobanına Gökkız’a da haber salmışlar.
Köyün ulu kişisi Ali Efendi, yoksul kadına durumu anlatmış. Ama bir anda bilgenin söylediği bir sözü diğer çobanlara söylemeyi unuttuğu aklına gelmiş. Büyük bir pişmanlık içinde biraz utanarak kadına şunları söylemiş ve rahatlamış.
"Kayaya bakarak bu sözleri söyledikten sonra yüzünü sadece aya doğru dönerek arkana bakmadan köye geleceksin."
Kadın, ilk gece büyük kayanın önüne gelmiş ve;
“Ey ulu Tanrım, şu kayanın büyüklüğüne bak! Ne büyük kaya bu böyle?” diye üç kere söyleyip köye geri dönmüş. Birden aklına yüzünü aya doğru çevirmesi gerektiğini hatırlamış. Bir de ne görsün? Köye doğru dönünce bakmış ki Ay, karşısında yarım tepsi gibi parlıyor. Kadın çoban, köye dönerken “Çok iyi oldu, ay karşımda kaldı.” diyerek sevinmiş buna. Köylüler de köyün ulu kişisi Ali Efendi de merakla beklemişler çobanın yolunu.
İkinci gece de aynı şekilde geçmiş. Çoban köye dönerken ay yine karşısında onu selamlıyormuş.
Nihayet, üçüncü gece gelmiş çatmış. Bütün köy meraktan çatlıyormuş.
Çoban, üçüncü gece de aynı sözleri tekrarlamış:
“Ey ulu Tanrım, şu kayanın büyüklüğüne bak! Ne büyük kaya bu böyle?” diye üç kere söyleyip köye geri dönmüş. Ama dönerken bir de bakmış ki karşısında ay yokmuş. Çünkü o gece hava bulutlarla kaplıymış. Bu nedenle ay ortada görünmüyormuş. Bir an için kadın kafası karışmış. Acaba ay kayadan tarafta mı kaldı bu gece diye düşünürken bir anda bulutların ayı kapatmış olacağı aklına gelmiş ve Ali Efendi’nin sözünü hatırlamış. Ardına bakmadan geri dönmüş. Sonra da köye bile uğramadan sürünün başına geçmek için obaya geçmiş.
Herkes bunun da hüsranla sonuçlanacağını düşünürken Ali Efendi, köylülere; “Umudunuzu kesmeyin! Benim gördüğüm gerçek bir bilgeydi ben onun sözlerine inandım, siz de inanın. Sabahı bekleyelim ve görelim.” diye umut dağıtmış.
Kadın köye dönmemiş ama üçüncü gecenin sabahında Ali Efendi, köyün ileri gelenlerini de alarak kayayı görmek için güneşin doğduğu tepeye doğru yola çıkmışlar. Bütün köy merak ve heyecan içindeymiş. Hep birlikte kayanın yanına varınca gördüklerine kimse inanamamış. Çünkü kaya, tam ortasından ikiye ayrılmış ve oracıkta genişçe bir yol açılmış.
Köylüler, sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlar. Köye dönüp büyük bir şölen yapmışlar. Yemekler hazırlanmış, keşkekler, kavurmalar, peynirler, yoğurtlar hazırlanmış; bal tulukları açılmış; tuluklarda ayranlar yoğrulmuş. Yemek sırasında bakmışlar ki Gökkız ortalarda yok. Ali Efendi;
“Bu olamaz, Gökkız’ı bulup getirin” demiş.
Yemek durdurulmuş; kadın çobana atlı ulaklar salınmış.
Köyün ata iyi binen dört genç kızına;
“Gidin, kadın çobanı bulun. Obada değilse sürünün başında dağlardadır. Özürlü kızları da alın buraya getirin.” demişler.
Atlı kızlar, sevinçle gidip Gökkız’ı bulmuşlar. Özürlü üç kızla birlikte annelerini atlara bindirip köye getirmişler. Oda önünde toplanmış olan köylüler onları sevinçle ve gururla karşılamış. Karşılama sırasında şükran kurbanları kesilip bu yoksul aileyi bağırlarına basmışlar. Sofralar yeniden kurulmuş ve ziyafet mutluluk içinde tamamlanmış.
Olan biteni şaşkınlıkla izlerken atlar kayanın olduğu yere doğru sürülmüş. Ali Efendi, köylülerle birlikte önce kör, sağır ve çolak kızlarla kadın çobanı o büyük kayayı göstermek istemiş. En heyecanlı olan da üç gecedir koskoca kayayı ziyarete gidip sonrasında ne olduğunu bilmeyen kadın çobanmış. Zavallı kadın, üçüncü gece ardına bakmadan ayrıldığı için ne olup bittiğini tam olarak bilmiyormuş.
Kayanın yanına vardıklarında Gökkız da gözlerine inanamamış ve sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Dün geceki koca kaya ortasından ikiye ayrılmış. Herkes sevinç çığlıklarıyla bu mucizeyi kutlamış. Dualar okunmuş, şükürler edilmiş.
Ali Efendi, oradakilere seslenmiş:
“Arkadaşlar, şimdi kayaların arasındaki toprakları ve taşları ayıklayalım ve buradan geçecek olan yolu açalım, buraya da bundan böyle Çataltaş diyelim.”
Köylüler büyük bir zevkle yolu açmışlar. Sonra da herkes sırayla bu yoldan karşıya geçip, Bayıryüz’ü ve vadinin dehşetli görüntüsünü seyretmiş. Kadın çoban da taşların arasında açılan bu yoldan geçip köylülerin sevincine ortak olmuş.
Tam bu sırada Ali Efendi, atların üzerindeki özürlü kızları fark etmiş. Çobana seslenerek;
“Kızları neden geçirmiyorsun yoldan?” diyerek yüksek sesle onu uyarmış. Ama çoban, isteksiz davranmış;
“Gerek yok onlar nasıl olsa bunun farkında değiller demiş. Ali Efendi itiraz etmiş;
“Hayır!” demiş, “Haydi, kızları atlardan indir ve onları da bu yoldan geçirelim.”
Çoban, utana sıkıla itiraz etmek istemiş ama Ali Efendi ısrar etmiş;
“Hayır, kızları da buradan geçireceğiz.”
Çoban çaresiz, kızları atların üstünden indirmiş. Kızlarına kimsenin duyamayacağı şekilde bir şeyler söyledikten sonra kör ve sağır kızların koluna girmiş; Ali Efendi de çolak kıza yardım etmiş. Büyük bir heyecanla bir gece önce nazarıyla çatlattığı kayaların arasından geçen yeni yoldan kızları da geçirmişler. Çocuklar, tam karşıya geçtiğinde bir çığlık duyulmuş;
Kızlardan biri, kör olanı;
“Anaaa!” diye bağırmış. “Ben sizi görüyorum!”
İki kolu da çolak olan kız bir türlü düzgün durmayan kollarını ve bileklerini havaya kaldırarak;
“Bakın, bakın! Benim de kollarım düzeldi; yaşasın!” diye sevinçle haykırmış.
Sağır olan konuşamıyormuş ama onun da gözleri sevinçten kocaman olmuş, o da bir şeyler söylemeye çalışıyor, heyecanlı homurtular çıkarıyormuş. Belli ki o da duymaya başlamış. Sonunda mucize gerçekleşmiş ve kızların üçü de düzelmiş.
Bu inanılmaz olay karşısında oradaki herkesin şaşkınlıktan dilleri tutulmuş. Köylüler, sevinçlerinden şaşkına dönmüşler. Mutlulukları bir kat daha artmış.
Ancak Gökkız köylüye dönüp şunları söylemiş:
“Kocam askerden dönmeyince üç kızımla yapayalnız kaldım. Kimse bize dönüp bakmadı. Ben de çocuklarıma kimselerin zarar vermemesi için onları sizlere özürleriyle tanıttım. Oysa benim üç kızım da özürlü değil. Kör kızım; kimselere kötü gözle bakmaz, kimsenin kusurlarını görmez, onun için kör dedim. Sağır kızım; dedikodu bilmez, kötü sözleri duymaz, ama kimseye de kötü söz söylemez; onun için sağır. Çolak kızım ise kimsenin malına el uzatmaz, haram yemez; o nedenle çolak…
Köylüler utançlarından başlarını eğip kadını dinlemişler. Çünkü herkes Gökkız’ı haklı bulmuş.
Köye dönüp bu mucizeyi bütün köy halkıyla kutlamışlar. O günden sonra göze gelip nazarla çatlayan ve ikiye ayrılan bu kayanın olduğu yere, “Çataltaş” demişler. Artık Çataltaş, köyün dilek ve şifa kapısı olmuş. Evlenmek isteyen gençler, sevdiklerine kavuşmak için; oğlu uzak diyarlarda askerde olan analar, oğullarının dönmesi için Çataltaş’tan geçerek dilek tutmaya başlamışlar. Herkesin dileği kabul oluyor, hastalar kısa sürede şifa buluyorlarmış.
Aradan yüz yıllar geçmiş…
Gel zaman git zaman, değirmen yolundaki Çataltaş’ın mucizeleri kaybolmuş. Köylüler buna bir çare bulamadıkları için çok üzülüyorlarmış. Ne yaptılarsa Çataltaş’ın mucizelerine sahip olamamışlar.
Bir gün köyün hatırı sayılır kadınlarından olan Ümmüş Kadın, değirmenden dönüyormuş. Çataltaş’ın ardına geldiğinde önüne yaşlı bir adam çıkagelmiş. Biraz yaklaşınca ona sormuş:
“Dede necisin, nereye gidiyorsun?”
“Bir yere gitmiyorum ben.”
“Kimsin, ne işin var buralarda?”
“Kızım, Hızır’ım ben.”
“Hızır mısın? Allah’ıma şükürler olsun! Rahmetli babam, “Kızım bir gün bir Hızır’la karşılaşırsan bil ki ömür boyu bolluk ve bereket içinde yaşayacaksın.” derdi.
“Her zaman görünmem ben, herkese de görünmem. İşte sana görünmek için geldim.”
“Aç mısın tok musun? Açsan sana değirmen çöreği vereyim; toksan tanrı misafiri ol; köye gidelim. Ne yapacaksın buralarda?”
“Hayır, hiçbir yere gidemem, ama sana bir öğüdüm var; onun için buradayım.” diyerek elindeki değneğiyle atların üstündeki un çuvallarına dürtmüş. Sonra da Ümmüş Kadına;
“Beni gördüğünü sakın kimseye söyleme. Allah seni bolluk içinde kılsın.” demiş.
“Allah senden razı olsun, fakat gel köyümüzü gör; seni misafir edelim. Köy, şu Çataltaş’ın ardında.”
“Hayır” demiş yaşlı adam. “Gelemem, hemen gideceğim…”
“Dur, gitme! Hem bana bir öğüdün olacaktı. Nedir öğüdün?”
“Sizin köyünüz de köylüleriniz de eskiden böyle değildi. Dirlik, düzenlik vardı; kimse kimseye kötülük etmezdi. Köy odanızda sofranız hep serili olurdu. O zamanlar köyde, yardımlaşma, paylaşma, imece denen şeyler vardı.”
“Soframız yine serili, gel köyümüzü gözlerinle gör.”
“Sizin atalarınız Horasan erenlerinden ulu insanlardı. Belki de farkında değilsiniz, üzerinize onların duaları sindi. Bu Çataltaş köyünüze bir ödüldü. O zamanlar bunu hak ediyordunuz.”
“Allah razı olsun!” dedi Ümmüş Kadın ve ellerini kaldırarak şükür duası etti. Babasının öğütleri geldi tekrar aklına. Bu bir Hızır’dı… Hızır, herkese görünmezdi.
“Sana şunu müjde edeyim: Atalarınıza layık olursanız Çataltaş’tan geçenlerin dilekleri yine kabul edilir; yine sağlık bulursunuz. Yeter ki bunu isteyin. Bir gün yine o günler gelecek!”
Bunları der demez aksakallı ihtiyar gözden kaybolur.
Ümmüş Kadın köye döndükten sonra Hızır’ın değnek dürttüğü çuvallardaki unun hiç eksilmediğini görür. Uzun zaman bunu insanlardan saklar. Ama bir gün nasılsa dayanamayıp komşusuna Hızır’ı gördüğünü ve çuvaldaki unun bitmediğini ağzından kaçırıverir. Bunun sonsuza kadar süreceğini sanan Ümmüş Kadın dilini tutamayınca buğdayındaki, unundaki Hızır etkisi silinip gider. Her şey yine eskisine döner. Ümmüş Kadın da “Dillerim tutulsaydı da demeseydim keşke” diye dövünür durur.
Şimdi Ali Efendi’nin, Ümmüş Kadın’ın torunları, Hızır’ın dediği günlerin geri gelmesini, Çataltaş’ın eski günlere geri dönmesini bekliyor.
Kim bilir köylüler bunu hak ettiklerinde bir gün yine Çataltaş’ın eski günleri geri gelecek. Hızır’ın bile yardımını hak eden Horasan Erenlerinin torunları, uzak atalarına yine layık olurlarsa neden olmasın?
Çataltaş’ın kerametinin yine geçekleşeceğine herkes inanıyor. Şimdi o günlerin gelmesi dört gözle bekleniyor ve o gün geldiğinde de herkes dileklerini tutup Çataltaş’tan geçmeye hazırlanıyor! Biliniyor ki keramet dışardan ve kendiliğinden gelmez. Kerameti insanoğlunun
***